Good People of vitruta: Ece Ağrıtmış

Ece Ağırtmış, Good People of vitruta’nın yeni üyesi! Ece ile daha önce yağmurlu bir günde mağazadan Soho House’a yürüdüğümüz güzergahta bu kez çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı da yanımıza alıp çok keyifli bir Cuma öğleden sonrası geçirdik. Hatta akşam geç saatleri bile buldu o akıp giden muhabbet! Tabii ki bir şekilde disiplinli tarafımızı bozmayıp hem çekimimizi gerçekleştirip hem de röportajımızı yaptık ve çok sevilen bir sanatçıyla yapılmış harika bir röportaj ortaya çıktı. Keyifle okumanız dileğiyle!

Ece hoş geldin Good People of vitruta’ya! Öncelikle klasik sorumuzla başlayalım; Ece Ağırtmış kimdir? Nasıl başladı, nasıl devam ediyor, neler yapıyor?

Hoşbulduk, çok teşekkür ederim! 1995 yılında İzmir’de doğdum. İzmir’in sıcak havasından dolayı aklımda hep palmiyelerin ve güneşin aşırı parlak olduğu bir kartpostal görüntüsü var İzmir ile ilgili. Bunun yaşam şeklime hatta işlerime de çok etkisi oldu. Küçükken kışları bile elektrikli soba önünde bikini giyerdim. İzmir’in canlı renkleri hem karakterime hem işlerime işledi.

İlk boya malzemelerimle babaannem sayesinde tanıştım. Kendisi resimle ilgileniyordu ve en güzel yağlı boya fırçalarını bana veriyordu. Onunla çok fazla malzeme ve boya denemeleri yaptık. İlk resimlerimi 3 yaşımdayken yapmaya başladığımı söylemişti. Benim de bunların içinde büyümemden ötürü ortaokuldaki resim öğretmenim beni durmadan resim yarışmalarına sokuyordu. Oralardan sık sık derecelere giriyordum. Hatta ilk bilgisayarımı buradan biriktirdiklerimle almıştım. Sonrasında ise lise için güzel sanatlara girmeye karar verdim. Resim bölümünü kazandım. Lisede atölyelerde temel sanat eğitimi aldım ve pratik konusunda kendimi epey geliştirme fırsatı buldum. Bunun dışında en eğlendiğim dönem lise dönemimdi sanırım. Müzik bölümündeki öğrencilerin sık sık klasik müzik dinletilerine giderdik. Bizim bölümümüz ise sık sık sergi açardı.

Oldukça keyifli 4 yılın ardından üniversite için grafik tasarım bölümünü seçmeye karar verdim. Sanıyorum ki ortaokulda konulara bağlı olarak yaptığım resimlerin etkisi bunda büyüktü. Belki de afiş mantığında olduğu için, dikey karton kağıda pastel boyayla çalışmalar yapıyordum. Ardından grafik bölümünü kazandım. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde 5 yıl okudum. Bu 5 yıl içerisinde mezun olduktan sonra ne yapacağıma karar vermekle geçti. Babaannemle denediğimiz küçük heykeller, babamın oyuncak ve ahşap tutkusu, aldığım grafik tasarım eğitimi ve İzmir’in renkleri benim zevkim üzerimde epey etkili oldu. 3. yılımdan sonra aldığım proje ödevlerini de artık kendi işlerime adapte etmeye çalışarak, kendim için daha keyifli hale getirmeye başladım ve bu dönemin başlamasıyla birlikte ilk işlerimi öğrenciyken almaya başladım. Mezun olduktan sonra kendi işlerime iyice ağırlık verdim. Kendimi her anlamda geliştirmeye çalıştım. Sünger gibi bilmek istediğim her bilgiyi, ilgi alanımlarımla ilgili her şeyi çektim. Şimdi ise biriktirdiğim bu şeyleri olabildiğince sergilemeye çalışıyorum.

Henüz çocukluk yıllarında başlamış aslında sanat alanındaki yolculuğun. Güzel sanatlara girmeye karar vermen ve şu an olduğun sanat alanına odaklanma sürecin nasıl gelişti?

Aslında küçüklükten beri bununla büyüdüğüm için zaten bundan başka bir şey asla düşünmedim. Bundan sıkılmadım da. En tutkulu olduğum şey bu çünkü. Liseye ve üniversiteye girmeden önce çok yoğun geçen kurslara gittim yaz tatillerimde. İkisinde de sanki bir yeri fethedecekmişiz gibi hazırlandık. Özellikle üniversite hazırlığında epey yoğun çalışıyorduk. Sınavda her türlü çıkabilecek zorluk için çok çalıştık. Zaten bunlar olurken, bu kadar adanmışken başka bir şey düşünemiyordum. Bu hazırlık sistemi ne kadar doğru bir sistem bilmiyorum ama en azından beni yıldırmadı. Sonrasında da üzerine kendi sevdiğim şeyleri koymaya başlayınca daha da tutundum, daha tutkulu oldum yaptığım şeye.

Peki bugünkü sanatçı kimliği yolculuğunda üniversitenin ardından neler etkili oldu?

Mezun olduktan sonra epey afalladım, hangi yöne gideceğimi çok şaşırmıştım aslında. Neyi gerçekten sevdiğimi, neyi yaparken en çok keyif aldığımı keşfetmeye çalıştım hep. Ne kadar diğer alanlara ilgi duysam, kendimi geliştirmeye çalışsam da günün sonunda yine kendimi tahta işlerimle beraber, keyifle müzik dinleyerek geçirdiğim anlarda buluyorum. Şu an sadece buna odaklanıyor olmak beni çok mutlu ediyor. Sanki oldukça sarmaşıklı ve çamurlu bi tarladan geçtim ve şimdi ise düz bir yola çıkmış gibi hissediyorum. ”Ahşap, tuval, boya, fırça, çivi, testere, tutkal" kelimeleri benim için doğru kelimeler gibi geliyor.

Son zamanlarda sıkça önemli sergilerde karşımıza çıkıyor işlerin; ciddi bir ilgi var eserlerine. Bu senin işlerine bakışını, çalışmalarını nasıl etkiliyor? Ekstra motivasyon mu yoksa baskı mı hissediyorsun artan bu ilgi karşısında?


Kesinlikle ekstra motivasyon oluyor. Doğru ilerlediğime emin olmak omzuma konulan aferin eli gibi oluyor. Bunun yanı sıra her seferinde daha farklı ne yapabilirim, üzerine ne koyabilirim diye düşünmenin verdiği küçük bir baskı oluyor ama ben bundan hoşlanıyorum. Kendimi konfor alanından çıkarmak benim için hafif stresli oluyor ama bir o kadar mutlu ediyor.

Eserlerini ortaya çıkarırken sana en çok ne ilham veriyor?

Bu konuda sanırım kendi mutluluğumun payı çok büyük. Mutlu olduğum zaman büyük bir heyecanla düşüncelere dalıp ne yapabilirim diye düşünüyorum. Başımdan geçen bir olay, bir dönemim, bir renk, herhangi bir şeyi kullanmak istediğim zaman hemen eskiz çıkarıp heyecanla işe başlıyorum. Oldukça sabırsız olduğum için bu zamana kadar hep kolay malzeme ve küçük işler ürettim. Şimdi ise biraz daha sabırlı olup daha büyük ve zor malzemelerle işler üreteceğim. Bu durum bile benim için büyük bir ilham kaynağı.

Bir taraftan İstanbul’da yenisin ve aslında bir keşif ve adaptasyon sürecinden geçiyorsun. Bu süreç nasıl geçiyor senin için? Hangi semtlerde zaman geçiriyorsun daha çok? Neler yapıp, nerelere gidiyorsun free günlerinde?

Evet, yaklaşık bir buçuk yıldır İstanbul’dayım. Bundan önce çok sık sergiler ve konserler için gelirdim ama yaşamak çok ayrı bir şeymiş. Büyük ve çok yabancı bir şehir gibi gelmişti ilk zamanlarımda. Çünkü sanki İzmir’de herkes aynı gibiydi benim için. Veya herkesle tanıdık/akraba çıkma olasılığım var gibi hissediyordum. Şu an ise İstanbul’un bu farklılığına epey alıştım. Hala daha kafam yukarıda, binaların detaylarını inceleyerek ve fotoğraflarını çekerek yürüyorum ama dediğim gibi baya alışmış durumdayım. Hala bilmediğim ve gitmediğim çok yer var ama sanki bilgisayar oyunu içerisinde gibi haritayı yavaş yavaş genişletiyorum.

En çok zaman geçirdiğim yerler Beyoğlu ve Kadıköy. Gündüzleri Kadıköy tarafında farklı yerlerde güzel yemekler yiyip bilgisayarım ve eskiz defterimle çalışıyorum. Akşamları ise Beyoğlu’nun gece hayatı kısmı daha keyifli geliyor. Çok sık karşıya geçip geliyorum. Evde pek durduğum söylenemez. :)

Son zamanlarda okuduğun ve seni etkileyen kitaplardan, dinlediğin podcastlerden ya da izlediğin film/dizilerden bizle paylaşmak istediğin neler var?

En son MUBI & Petra işbirliğinde açık hava sinemasına gittik, orada Shiva Baby’yi izledik. Oldukça beğendiğim bir film oldu. Şu sıralar dikkat dağınıklığım iyice arttığından, bir şeyleri çok hızlı tüketme alışkanlığım var. Bu yüzden olabildiğince ince kitaplar alıyorum. En son Arduino öğrenmek için bir ders kitabı almıştım. Onun dışında ise Timothy Dexter’ın Bilenler İçin Zor Bir Durum kitabı çok dikkatimi çekmişti. Ona başlayacağım.

vitruta’da bulunan pek çok markayı üstünde görüyorum her buluştuğumuzda. Peki en sevdiğin 3 marka nedir vitruta’dan?

Evet, vitruta’nın seçkisini çok beğeniyorum, “giymem” diyeceğim hiçbir şey yok vitruta’da. Ama en beğendiklerim: RainsLar StudioBirkenstock.