Good People of vitruta: Müge Tümen Çubukçu

Müge Çubukçu’nun Galerist’le hikâyesi, 2008’de bir yaz stajıyla başladı ve o günden bu yana kesintisiz devam ediyor. Çağdaş sanat sahnesinde sanatçılar, koleksiyonlar ve izleyiciler arasında köprü kuran Müge, hem yaşayan sanatçılarla hem de mirasını sürdüren estate’lerle çalışarak bu dinamiğin içinde aktif bir rol üstleniyor.

Türkiye’de değişen toplumsal ve kültürel dinamiklerin sanat üretimi üzerindeki etkisinden, uluslararası platformlarda sanatçıları görünür kılma çabasına kadar geniş bir perspektifle ele aldığımız bu sohbet, sanatın geçmişle bugünü buluşturma gücüne dair ilham verici bir anlatı sunmayı umuyor. Müge’nin Galerist’le olan bağı, Pera’nın değişen ama bir şekilde hep aynı kalan ruhu ve Mart 2025’te açılacak The Volcano Lover sergisine dair heyecanı ise bu röportajda seni bekliyor.

Müge, hoş geldin! Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Müge kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?

Merhabalar, hoş bulduk! İlk sorunun benim için yanıtlaması en zor soru olduğunu itiraf etmeyelim, bu yüzden çok klasik bir cevapla ilerleyebileceğim: 1987 yılında İstanbul’da doğdum, Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’sini bitirdim. Ailem hukuk okumamı istiyordu, ben ise Paris’te psikoloji okuma hayalleri kuruyordum. Sonunda, tesadüfler eseri kendimi Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde buldum ve oradan mezun oldum.

“Tesadüf” kelimesinin özellikle altını çizmek isterim çünkü sanırım hayatımın en önemli dönüm noktalarında yönümü hep tesadüfler belirledi. 2008 yılında elimde CV’mle, “Stajyer arıyor musunuz?” diye Galerist’in kapısını çalmam da bunun en belirleyici örneği. O yaz staj yaparak başladığım Galerist hikâyemin 14 senedir devam ediyor olması da bu tesadüfün en güzel hediyesi.

Yaklaşık 14 yıldır Galerist’le birlikte ilerliyorsun. Bu süreçte, sektörde seni en çok şekillendiren anlar, projeler veya isimler nelerdi? Galerist ile arandaki bağı nasıl tanımlarsın?

Galerist’le aramdaki bağı, onu “hayatıma çok yakından tanıklık eden bir insan” gibi betimleyerek tarif edebilirim. İşe ilk başladığımda bana tüm cömertliğiyle kollarını açan, hem benim hem iki oğlumun büyümesini izleyen; bana şekil veren, etrafıma koza ören, birçok zorluğu birlikte aştığımız; her geçen sene heyecanımızın karşılıklı arttığı ve adeta hayatımda pusula görevi gören bir insan…

Galerist, ilk günden itibaren benim için eşsiz tanışıklıklara vesile oldu; ekip arkadaşlarım ve sanatçılarımız zaman içerisinde ikinci ailem hâline geldi. Üzerine birlikte çalıştığımız sayısız sergi öncesinde duyduğumuz o tarifsiz heyecan, uzun süredir hayal ettiğimiz bir projenin gerçekleştiğine şahit olmak ve çok iyi tanıdığını düşündüğün birini her seferinde yeniden keşfetmenin verdiği mutluluk benim için geçen her seneyi benzersiz kıldı.

Beni şekillendiren anları küçük bir listeye sığdırmam imkânsız ama ilk aklıma gelenleri sıralamam gerekirse şunlarla ilerleyeceğim: 2017 yılında Galeri Nev iş birliğinde gerçekleştirdiğimiz ve çok özel bir dostluğun başlangıcı olan Still Life with a Curtain sergimiz; Elif Uras’ın eserlerinin The Metropolitan Museum ve Victoria & Albert Museum koleksiyonlarına dâhil olması ve 2018 yılında yayımladığımız monografisi; Nil Yalter’in 2024 Venedik Bienali’nde Altın Aslan Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülmesi; Eylül 2024’te Károly Aliotti’nin küratörlüğünü üstlendiği Distilled from Scattered Blue sergimiz; Aralık 2024’te Hamburger Bahnhof’ta açılan Semiha Berksoy retrospektifi.

Şu anda üzerine çalıştığımız, Mart 2025’te açılacak ve küratörlüğünü Good People of vitruta üyelerinden Anlam de Coster’in üstlediği The Volcano Lover isimli grup sergimiz de ekipçe nefesimizi kesiyor.

2017’de Contemporary Istanbul’da, politik ve sosyal çalkantıların sanatçılar üzerinde nasıl bir üretkenlik yarattığından bahsetmiştin. Bugün bu konuda neler düşünüyorsun? Üretim ve dönemin dinamikleri arasındaki ilişki hakkında fikirlerin nasıl evrildi?

Her coğrafyanın kendine özgün bir dili, düşünme, üretme pratiği var. Türkiye’nin sürekli değişen, dönüşen dinamikleri ve gündemi, her daim bir meselemizin, mücadelemizin, cevaplanacak sonsuz sorularımız olması, bu ülkede bambaşka bir içerikte, çok güçlü, çok sesli ve bir o kadar samimi bir sanat üretimin olmasına olasılık sağlıyor.

Tüm bu etkenlerin yaratıcılık için benzersiz bir itici güç olduğuna inanıyorum. Bu çalkantıları Nil Yalter, altmış yılı aşkın süredir farklı malzemeler aracılığıyla ve tüm şeffaflığıyla bize aktarırken, Şahin Kaygun’un foto-pentürleri aracılığıyla bizlerle buluşturduğu imge dünyasında, Nazım Ünal Yılmaz’ın Kafkaesk resimlerinde, Ayça Telgeren’in beton heykellerinde ve Elif Uras’ın seramik yüzeylerinde deneyimleyebilmek gerçekten çok özel.


Uluslararası platformlarda Türkiye’den sanatçılarının tanıtımını destekliyorsun. Türkiye’nin çağdaş sanat ortamını uluslararası sahnede daha görünür kılmak için Galerist ve benzer kurumların oynadığı rol hakkında düşüncelerini paylaşabilir misin?

Temsil ettiğimiz sanatçılarımıza karşı duyduğumuz bu sorumluluğu Galerist özelinde bir çaba olarak nitelendirmek çok eksik kalır. Aslında sanat profesyonelleri olarak ortak amacımızın ve hayalimizin Türkiye’deki çağdaş sanat ortamının uluslararası anlamda en doğru şekilde temsil edilmesi için el birliğiyle çalışmak olduğunu düşünüyorum.

Kişisel ya da kurumsal çabaların ötesinde bu ekosistemin parçası olan herkesin bir aradalığıyla, ısrarla güçlü bir içerik üretmeye devam etmesiyle ve birbirine inanmasıyla mümkün olabilir.

Tam da bu sebeple bu soruyu, SAHA’nın Tate St. Ives sanatçı misafirlik programına Türk sanatçıların katılımını desteklemesi, Hera Büyüktaşcıyan’ın eserlerinin Centre Pompidou ve TATE Modern gibi kurum koleksiyonunda yer alması, Öktem & Aykut’un düzenli uluslararası fuar katılımları, Hamburger Bahnhof küratöryel ekibine ana dili Türkçe olan bir küratörün eklenmesi, Zilberman Gallery’nin Berlin ve Miami’deki mekânlarında sürdürdüğü sergi programı gibi örnekler vererek cevaplandırmak isterim.

Galerist’in bu güzel binasında, özellikle Pera’nın son 10 yıldaki hikâyesine birebir tanıklık etmiş birisin. Pera’nın sanat ve kültür ortamındaki değişimini nasıl değerlendiriyorsun? Bu bölgeyi yaratıcı üretim açısından nasıl görüyorsun?

Galerist’in mekânı gerçekten büyülü, beni şaşırtmaya ve kendine hayran bırakmaya devam ediyor, tıpkı Pera gibi—İstanbul’da nefes aldığım, kendimi ait hissettiğim nadir yerlerden...

Hikâyesinde kaybolmak istemenin, başımı kaldırdığımda daha önce fark etmediğim benzersiz detayların var olmasının bir hediye olduğunu düşünüyorum. Yüzyıllardır kültür sanat ortamının merkezi olması, bu hızlı değişime rağmen inatla özünü ve içtenliğini koruması bence çok anlamlı. Bu denli katmanlı bir tarihin, kültürün ve yaşanmışlığın her daim bir düşünce ve yaratım merkezi olacağından, çekiciliğini yitirmeyeceğinden hiç şüphem yok.

Hem genç sanatçılarla hem de toplumsal hafızada yer etmiş isimlerle çalışıyorsun. Bu iki grup arasında bir köprü kurmanın sana en çok ilham veren yönleri neler?

Galeriyi hep nefes alan bir organizma olarak hayal ediyorum, birlikte çalıştığımız sanatçıları da onun omurgası. Bu noktada güncel üretim yapan sanatçıların ve hayatta olmayan sanatçıların, estate’lerin temsili iki ana damar olarak yapı taşımızı oluşturuyor.

İkisinin de zaman zaman birbirine çok yaklaşan, bazen de çok sert çizgilerle ayrılan dinamikleri var. Her günlerine, birebir üretimlerine tanıklık ettiğimiz, birlikte hayal kurduğumuz sanatçılar düşünsel dünyamızın bir uzamı gibi. Atölyelerinde vakit geçirmek, sergi kurguları üzerinde birlikte düşünmek, onlar için araştırma yapmak, fikir geliştirmek, beraber attığımız tohumların filizlenmesini görmek olağanüstü bir deneyim.

Diğer bir yandan da, galeride 2014 yılında Semiha Berksoy’un temsil ettiğimiz sanatçılar arasına katılmasıyla açılan bir estate temsili kanalı var. Bu duygusal öğreti bize öyle güzellikler kattı ki 2019 senesinde Şahin Kaygun ve 2020 senesinde Hüseyin Bahri Alptekin’in temsiliyetinin galeriye eklenmesiyle daha da farklı bir boyut kazandı.

Hiç yüz yüze tanışma imkânımızın olmadığı bu sanatçıları, kitaplarını okudukça, aileleriyle vakit geçirerek muhteşem hikayelerini dinledikçe, arşivlerinin içinde daldıkça her geçen gün daha çok özümsedik ve sorumluluklarını giderek daha çok hissettik.

Onlar için yeni alanlar açmak, tanışıklıklar yaratmak, üretimlerini uluslararası anlamda daima güncel tutmaya çalışmak bizim için çok öğretici oldu—sanatçı temsili olgusuna bakış açımızı değiştirirdi ve bizi daha katmanlı düşünmeye itti. Bu nedenle bu iki kanal bizim için birbirine görünmez iplerle çok sıkı bağlı olan, devamlı birbirini besleyen ve benzersiz diyaloglara imkân tanıyan bir yapbozun parçaları.

Son dönemde seni ruhen besleyen bir sanatçı, yazar ya da eser var mı? Radarındakileri merak ediyoruz.

Clarissa Pinkola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar romanı, Galerist Yayınevi’nden çıkan Distilled from Scattered Blue, Mine Özgüzel’in Edebiyat Terapi’si ile Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ara Güler'den Aynı Rüyanın İçinde kitabı son dönemde aklımdan çıkmayan yayınlar.

The Volcano Lover sergisinde göstereceğimiz sanatçılardan Anousha Payne, Hera Büyüktaşcıyan, Margaret Thompson, Lara Ögel, Ayla Tavares ve Elif Uras’ın sergi için özel olarak üreteceği eserleri, beraberinde Stanislao Lepri’nin 1968 yılından bir volkan resmini ve Yıldız Moran’ın fotoğraflarını sergileyecek olmak beni çok heyecanlandırıyor.

  • Eser: Yusuf Sevinçli, Lara Ögel ve Utkan Akbıyık

  • Eser: Hüseyin Bahri Alptekin, Burcu Yağcıoğlu and Çağla Köseoğulları

  • Eser: Saara Untracht-Oakner

Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşmak ister misin? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse

 “vitruta” ve “Good People” denince aklıma bir arada olma duygusu, açılan güzel kapılar, nefis ürün seçkisi ve tabii ki Pera geliyor. Renk olarak da kesinlikle yeşil!

Müge Çubukçu'nun çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.