mag banner oya tekbulut.jpg__PID:039e56bc-9306-431f-a847-ebfd797d31d4

Good People of vitruta: Oya Tekbulut

Good People of vitruta’nın yeni üyesi Oya’yla tanışın! By Way Of’un kurucusu ile New York’ta biçimlenen tasarım vizyonunu, Moda’da süregelen sosyal ekosistemini ve Kapalıçarşı’nın ustalarıyla sürdürülen zanaatkârlık serüvenini keşfettiğimiz sohbet, aşağıda.

Oya, hoş geldin! Aynı soruyu sorarak başlıyoruz hep, o yüzden değiştirmiyorum rutini: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Oya Tekbulut, kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı, nasıl devam ediyor? 

Çok zorlandığım bir soru aslında bu, varoluşsal yerlere çekiyor beni. Ama beklenilen minvalde bir cevap vereyim: Sabancı Üniversitesi’nin Malzeme Bilimleri ve Nanoteknoloji Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Bir havacılık şirketinde mühendis olarak staj yaptıktan sonra bana “Oya, burada devam ediyor musun?” diye sordular. Bir süre oturup düşünmem gerekti: Tasarım okumak hep hayalimdi—onun peşinden mi gideyim yoksa kendimi “iyi bir iş”in güvencesine mi bırakayım?

Bir süre düşündükten sonra güvenceye razı olmayıp tasarım okuma hayallerimin peşinden gittim. New York’taki Pratt Institute’ta üç yıllık Endüstriyel Tasarım yüksek lisans programını tamamladım. Mezun olduğum yaz, Pratt atölyelerini özleyince, yine New York’taki bir Takı Yapımına Giriş kursuna yazıldım. Bu süreçte bir yandan freelance tasarım işleri yapıp bir yandan takı tasarımına odaklanmaya başladım.

Annemin Kapalıçarşı’da takı atölyesi vardı; o sebeple de hep bir merakım ve aşinalığım mevcuttu aslında. Hayatımda ilk tasarladığım takı, o kursta yaptığım ve hâlâ By Way Of’un en çok tercih edilen ürünlerinden biri olan Cloud yüzük oldu.

Çevremdeki tasarımcılardan takılarıma çok hoş tepkiler de alınca heyecanım arttı ve bu işe girişmeye karar verdim. New York’ta bir kolektif stüdyoda çalışmaya başladım. Ancak tam 2 ay sonra Covid-19 infilak etti ve benim de çoğu insan gibi hayatım durdu. New York’ta evde kapalı geçirdiğim uzun bir süreden sonra Türkiye’ye geri taşınma kararı aldım; By Way Of da, aslında, benim Türkiye’ye geri taşınmamla başladı.

By Way Of’un hikâyesini de daha detaylı dinleyelim isterim.

Dediğim gibi, Türkiye’ye taşınmamla birlikte By Way Of’a yoğunlaştım; Kapalıçarşı’ya, atölyeye gitmeye başladım. Kapanmak zorunda kaldığım sürede kafamda bir sürü fikir birikmişti: By Way Of, lokal üretim ve global estetik kaygılarıyla ortaya çıktı. Bir sene kadar tezgâhta kendim çalıştım ve takıları elimde yaptım. Bu süreç bana üretim hakkında inanılmaz bilgi ve tecrübe kazandırdı. Üretimin her aşamasına hâkim olunca ve zamanla üretim miktarı da artınca, bu süreci ustalara devrettim.

By Way Of, “aracılığıyla, vasıtasıyla” anlamına geliyor—vasıtasıyla tasarım yapmak, hikâye anlatmak, üretmek üzerine temelleri atılmış bir marka kendisi. Bu süreç, bana aynı zamanda takıların aslında ne kadar “duygu yüklü objeler” olduklarını öğretti. İnsanların; sevgilerini, mutluluklarını, başarılarını, önemli anlarını belgelemek adına “unutulmamak, kutlamak, beğenilmek” gibi pek çok anlamı yükleyerek, kendileri ya da başkaları için aldıkları objeler bunlar. Bundan da daha iyi bir vasıta olamazdı zaten benim için.

Bir de atölyenin olduğu — hem de mahallen olan — Moda’dan konuşalım.  Çok sevdiğini biliyorum; hadi bize biraz mahalleni öv!

Evim Moda’da, ofisim ise Yeldeğirmeni’nde; iki mahalleyi de ayrı seviyorum. Sakinlikleri çok iyi geliyor. Ev-ofis arası yürüyebilmek ise İstanbul için büyük bir lüks.

Üretim; Kapalıçarşı’da, atölyemizde devam ediyor. Yeldeğirmeni’ni stüdyo olarak kullanıyoruz. Yeldeğirmeni’nde güzel bir yaratıcı komünite mevcut, bu beni heyecanlandırıyor. Mesela, önümüzdeki koleksiyonda mahalleden atölye komşum olan cam ustasının, By Way Of için elde özel olarak ürettiği boncuklardan yapılmış kolyeler olacak.

Moda’da benim gibi girişimciliği seçmiş, değişik sektörlerde başarılı olmuş komşu-dostlarım var. Yoğun bir iş günü sonrasında teklifsizce buluşmak; bir şeyler içmek, sahil boyu yürümek, konuşmak; trafiğe karışmadan evlere dağılmak büyük ayrıcalık. Haftasonları ise Moda’yı, İstanbul’un her köşesinden gelip biraz nefes almak isteyen—çoğunluğu genç—insanlara bırakıyoruz.

Bir de New York var tabii, ikinci evin. İki soruyu buradan soruyorum: Nasıl tarif edersin bize New York’la olan bağını? Buna bağlayacağım bir soru daha var: Bu kadar saat ve mesafe farkı varken nasıl hem İstanbul hem New York arası bir hayatı devam ettirebiliyorsun?

Hayatı boyunca tasarım okumak istemiş ve tasarımcı olmayı hayal etmiş bir insan oldum. Bu kadar arzuladığım bir mesleği tanıştırmasıyla, New York, benim için gerçekten önemli bir yere sahip. Mesleki kazanımın yanı sıra, kendim hakkında da çok şey öğretmiş bir şehir orası: Bana cesaretli olmayı, istediğini aramayı ve meraklı kalmayı öğretti diyebilirim. New York, bir tasarımcı için, “hiçbir zaman mezun olmayacağı bir okul” kısacası.

New York’tayken hafta içi çok erken kalkıyorum ve İstanbul’daki günü ortasından yakalıyorum. Ya da işin durumuna göre çok geç saatte yatıyorum, böylece İstanbul’un ilk iş saatlerini yakalıyor ve günü programlıyorum. Kurumsal bir yapıda olmadığım için aslında alıştıktan sonra saat ve mesafe farkı biraz geçersiz kalıyor. New York’ta farklı bir rutinim, hedeflerim oluyor.

Artık New York’taki By Way Of pop-up mağazandan; çok sevdiğin, ilham aldığın değerli hocanın isminden ve sana etkilerinden de bahsetmezsek olmaz sanki.

New York’taki Jewelry Week sırasında bir haftalık pop-up mağazamızı konumlandırdık ve süreç inanılmaz güzel geçti. Bir markanın fiziksel alanını yaratmanın, o dünyayı tamamlamanın ayrı bir keyfi varmış gerçekten. Yani “Bu yaptığımız ürünlerin dünyası nasıl bir yer?” sorusunu düşünmek kesinlikle ayrı bir deneyimdi benim için.

Başlangıç noktasını bilen ve hatta seni sen olmaya cesaretlendiren insanlarla bu deneyimi paylaşmak ise apayrı bir zevkti. Bunlardan biri annem, öbürü de Pratt’teki tez hocam Alex Shweder’di. Alex’ten şöyle bahsedebilirim: ilk defa bana bir tasarımcı olarak alan açan hocamdı. Okul gibi kurallı yapılarda çok parlamış bir insan olmadım aslında (genellikle sürtüşürdüm o kurallarla) ve bazen de kafa tutardım onlara. Hayatım boyunca bu konuda cezalandırıldıktan sonra, Alex, tam tersine bu tavrımı cesaretlendirip bir tasarım diline dönüştürmeyi öğretti.

Neleri gezmeyi, incelemeyi, görmeyi, okumayı seversin?
Bizlere ilham vermesi ya da sana iyi gelmesi açısından birkaç şey sıralarsan harika olur!

 Aslında insanları incelemeyi çok seviyorum. Bazen bazı hikâyeler,
okuduklarım ve izlediklerim bana ilham veriyor. Kültür, sanat ve tasarım alanlarını takipte kalıyorum. Ama hayatta çok da ilhama inanmıyorum— şöyle ifade edeyim: Bir şeyin yoktan gözünün önünde belirdiğine inanılan o romantik anlamdaki ilhamdan uzağım.

İlhamın aranarak bulunduğunu, tamamen bir araştırmanın ve mesainin sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu sürecin, klasik anlamda defter-kitap açmaya dönüşmesine gerek yok. Yaklaşımımın ilhama genel bir düşünce tarzı olarak yaklaşmak olduğunu söyleyebilirim.
Aramadan bulunmuyor yani bence o ilham.

vitruta” denince aklına gelen güzel şeyleri yazarak bizi onore etmek ister misin? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.

vitruta ile olan ilişkim, bireylerle başladığı için, ilginç bir şekilde aklıma ilk başta kişisel bağlantılarım ve dostluklarım geliyor. Aslında benim için en çok ağır basan taraf, komünite. İkincil olarak da “Perada önünden geçerken hep vitrinine, seçkisine bakmayı sevdiğim o marka/dükkân” diyebiliriz. 

Oya Tekbulut’un çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.