Good People of vitruta: Zeynep Tümertekin
Rumeli Hisarı’ndaki hafif postmodern bir evden Londra’nın tasarım stüdyolarına, İstanbul’daki kamusal alanlardan Studio Mada’nın mimari projelerine uzanan Zeynep’in hikâyesi, detaylara ve yeni anlamlara odaklanan bir tasarım pratiğini yansıtıyor. Mimarlık, fotoğraf ve şehirlerin sunduğu ilhamla şekillenen bu yolculuğu anlatan keyifli sohbet, aşağıda seni bekliyor!
Zeynep, hoş geldin! Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Zeynep kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?
Merhaba! Cevabı zor olan bir soru ama deneyeceğim. Rumeli Hisarı’nda iki mimarın kurguladığı hafif postmodern estetik anlayışıyla tasarlanmış bir evde doğdum. Lezzetli yemeklerin yendiği ve ciddiyetten oldukça uzak muhabbetlerin yapıldığı bir evdi.
İlk kameramı aile dostumuz Hasan bana hediye etmişti, Olympus OM-1. Bir yaz, kendime fotoğraf kursu ararken sonradan Londra’da okuyacağım okulda bir eğitim buldum. Seçtiğimiz şarkı sözüyle bir tema oluşturup bir hafta boyunca bu tema etrafında fotoğraf çekmemizi istemişlerdi. Haftanın sonunda, karanlık odada yıkadığım fotoğrafların tümü yapılar ve yapıların detaylarıydı. O yaz tüm uyarılara rağmen mimarlık okumaya karar verdim!
Londra’da üniversiteyi bitirdikten sonra New York’a çalışmak için taşındım ve orada ilk kez başka bir büronun işleyişini ve dinamiklerini gördüm, öğrendim. İstanbul’a döndükten ve babamla çalıştıktan bir süre sonra kendi büromu kurmaya karar verdim. Böylece ortağım Ceren ile beraber Studio Mada’yı kurduk. Şimdi ise her iki büroda da aktif olarak çalışıyorum.
Central Saint Martins gibi güçlü bir altyapıya sahip bir okuldan mezun oldun ve Studio Mada’nın kurucu ortaklarından birisin. Mimarlık pratiğini en çok şekillendiren kişiler ya da deneyimler nelerdi? Kendi sesini bulma yolculuğu nasıl ilerledi?
Kendi sesimi tam olarak bulduğum söylenebilir mi emin değilim, her ne kadar tasarım yönelimlerim oturmuş olsa da zamanla değiştiğini gözlemleyebiliyorum. Özgün olmak ile ilgili oldukça fazla düşündüğümü itiraf edebilirim. Mimarlık pratiğimi en şekillendiren deneyim, büromuzun tasarladığı ilk mimari yapı oldu.
Daha önce çalıştığım bürolarda da birçok projede çalışmıştım. Fakat tabii ki hiç birinde bu kadar özgürce kendimi ifade etme alanı bulamadım. Büroda geçen diyaloglar ve tartışmalarla tasarımı geliştirmek, pratiğimizi ilerletmek için önemli bir egzersizdi. Bazen tamamen hislerle, bazen sadece bulunduğu konumun özellikleriyle, bazen de basit bir estetik müdahale için tasarlamak müthişti.
“Çeşme, avlu, giriş, katman” gibi mimarlıkta kullandığınız kelimelerin farklı bağlamlarda yeni anlamlar kazanmasına odaklandığınızı biliyoruz. Tasarım dilinde bu kavramların ve onların birleşiminin senin için ne ifade ettiğini anlatabilir misin?
Sanırım gündelik olarak bizlerin kullandığı mimari terimler ya da kelimelerin kafamda bir imgeye dönüşmesini engellemeye çalışıyorum. Kelimeleri yeni anlamlar ve imgelerle eşleştirmek hoşuma gidiyor. Mesela bir daireyi düşündüğümde, aklıma bir sokak gösterisinin çevresinde toplanmış insanlar da çocukken sapan gibi kullandığım lastiğin şekli de gelebiliyor. Bu çeşitliliği eğlenceli buluyorum.
Elif Çeçen ile birlikte tasarladığınız “Üçüncü Mekân” gibi projelerde, toplulukların ve kamusal alanların yeniden yorumlanması dikkat çekiyor. Bu ve bu gibi projeleri tasarlarken en büyük motivasyonun ve hedefin ne oluyor?
Kamusal alanları kurgularken en önemsediğim konu, insanları hem yalnız hem de beraber hissettirebilmek. Hayatlarının neredeyse hiçbir alanında birlikte hareket etmeyecek kişilerin, aynı alanda özgür ve güvende hissetmelerini sağlayabilmek.
Fotoğrafçılığa olan tutkunun da üretimlerine etkisi var. Fotoğraf ve mimarlık senin pratiğinde nasıl bir araya geliyor? Görsel sanatların tasarım sürecine katkısını nasıl tanımlarsın?
Fotoğrafın kararlılığı beni heyecanlandırıyor. Bir kadraja neyi alıp almayacağına karar vermek ve o anı bağlamından koparmak… Benim için fotoğraf çekmek, hem bir not alma pratiği hem de oldukça olağan bir durumu derinlemesine çalışmak için bir araç. Işığı daha iyi anlamama ve mesafeleri çalışmama yardımcı oluyor.
Eğitim hayatını Londra’da geçirmiş birisi olarak, vitruta’nın da yer aldığı King’s Cross bölgesiyle güçlü bir bağın olduğunu tahmin ediyoruz! Ve ekliyoruz: Bölgenin mimari dönüşümüne ve yaratıcı ortamına dair düşüncelerini merak ediyoruz. Londra, tasarım anlayışında nasıl bir yer edindi veya seni nasıl besledi?
Okuduğum okul, 2011 yılında King’s Cross’a taşındığında, rekreasyon bölgesinin açılan ilk yapılarından biri oldu. Çevredeki henüz nasıl dönüştürüleceği belli bile olmayan yapılar, uzun süre okuldaki mimarlık stüdyo proje derslerinde işlendi.
Bence oldukça başarılı bir dönüşüm oldu—belki alışkanlıktan ama hâlâ her gidişimde okul arkadaşlarımla oralarda buluşuruz. Coal Drops Yard, ayrıca Üçüncü Mekân’ı kurgularken çalıştığımız örneklerden biriydi. Londra’da ya da herhangi bir kozmopolit şehirde mimarlık okumak, gündelik hayatta birbirinden iyi tasarımcıların tasarladığı mekânlara girip çıkabilme şansı verdiği için önemli.
Şehirlerden devam edelim: New York, Londra ve İstanbul gibi şehirlerde çalışma ve yaşama deneyimin oldu. Bu alanların tasarım anlayışına kattıkları arasında nasıl bir fark görüyorsun? Bu şehirlerde seni en çok besleyen aktiviteler ve alışkanlıkların neler?
Paris’e taşınmak üzereyken kararımdan vazgeçip Londra’ya taşınmıştım. Pek de iyi bilmediğim bir şehirdi o zamanlar, ben de yürüyerek öğrenmeye başladım. Neredeyse her hafta bir konsere gidiyordum; hatta bir Chilly Gonzales sahnesi, tek başıma gittiğim ilk konserdi. İngiltere’de yaşamayı sevdim ve orada yalnız olmayı öğrendim.
New York’ta yaşadığım dönem de çalışıyordum fakat şehrin dinamiği bambaşkaydı ve o koşturma hâli beni çok besledi. Çevremde hayran olduğum arkadaşlarım vardı—rutinlerine sadık ve kendini geliştirmek için her anını değerlendiren. Onların da varlığıyla yeni alışkanlıklar edindim. Birçok enstitüye kayıt oldum; ilgi alanımda olan, merak ettiğim konular üzerine konuşmalara gittim; söyleşiler dinledim. Tasarım anlayışıma etkilerini tam olarak ayırt edemiyorum ama daha kompakt bir şehirde yaşasaydım nelerden etkilenirdim, merak ediyorum.
Son dönemde seni ruhen besleyen bir sanatçı, yazar ya da mimar var mı? Hangi eserler veya kişiler radarında?
Şu sıralar Éric Rohmer’in filmlerini tekrar izliyorum. Estetiğin baskın olmadan var olması hoşuma gidiyor.
Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşmak ister misin? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.
Tabii ki artık “Coal Drops Yard” geliyor. Bir de “ilham veren, gelişen bir ekip!”
vitruta; sanat, kültür ve ticaretin kesiştiği bir alan kurgulayarak tüm deneyimi yeniden tanımlayıp yaratıcılardan oluşan dinamik bir topluluk yaratıyor. Bu konulara alan açılmasını değerli buluyorum.
Zeynep Tümertekin'in çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.